New England Journal of Medicine dergisinde 1967 yılında yayınlanan bir makale ve sonra yazılan diğerleri 50 yıldan beri tüm insanlığın sağlığını olumsuz etkileyecek bir dönüm noktası olmuştur. İlginçtir aynı dergide 1985 yılında yayınlanmış olan bir başka yazıyı 2000’li yılların başında okumam da benim meslek hayatımda bir dönüm noktası olmuştur. Bahsettiğim bu ikinci yazıdaki beslenmeyle ilgili temel prensipler bugün tüm dünyada sağlıklı beslenmeyle ilgili önemli bir kaynak haline gelmiştir. Yazımın ilerleyen bölümlerinde 1985 yılında yazılan diğer yazıdan da bahsedeceğim. Önce 12 Eylül 2016 tarihinde (4 gün önce) JAMA Internal Medicine tıp dergisinde yayınlanan bir makaleden bahsedelim (1).
JAMA’ daki bu yazı ve bununla ilintili olarak New York Times gazetesinde haberi yapılan bu vahim olay sonrasında bir yazı yazmayı istiyordum. Araya giren bayramdan dolayı yazım biraz gecikti. Bu makaleyi okuduktan sonra geçmişte yaşadığım bazı önemli tecrübeler ve bu tecrübeler sonrasındaki yol ayrımları gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti.
Neydi bu haber? ABD Şeker Derneği olarak bilinen Şeker Araştırma Vakfı, 1967 yılında şeker ve yağların kalp hastalıkları üzerindeki etkisini araştıran ve bugün bile referans olarak kullanılan bir araştırmanın sonucunu etkilemek için Harvard Üniversitesinin üç araştırmacısına 50 bin dolar “teşvik” ödemiş. Şimdi hayatta olmayan bu 3 araştırmacının şeker endüstrisinden aldıkları mali destek sonrasında yayınladıkları araştırmanın sonucunda, şeker tüketimiyle kalp sağlığı arasında ciddi bir bağlantının bulunmadığını, kalp hastalıklarından asıl sorumlu olanın ise doymuş yağlar olduğu ilan edilmiştir. Aradan geçen 50 yıla yakın bir zamandan sonra California Üniversitesi araştırmacısı Stanton Glantz bu olaya ait belgeleri ortaya çıkararak halkın sağlığı ile nasıl oynandığını ifşa etmiştir.
Şeker endüstrisinin isteğini kırmayarak şekeri “aklayan” ve satüre yağları günah keçisi ilan eden araştırmacılardan birisi olan Dr.Mark Hegsted, sonraları bu hizmetinin karşılığında daha da fazla ödüllendirilmiş ve Amerika Birleşik Devletleri Tarım Dairesine beslenme konusunda başkan olarak atanmıştır.
1977 yılında bu daire tarafından hazırlanan ve halen dünyada kullanılan beslenme kılavuzlarının (beslenme piramidi) ilk taslakları yine şeker endüstrisinin adamı olan Mark Hegsted tarafından hazırlanmıştır. Bu “onurlu” bilim adamının hazırlanmasını yönettiği beslenme piramidine baktığınızda insanlara bol miktarda karbonhidrat tüketmesi, yağların ve proteinlerin ise kısıtlanması önerilmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz 3 araştırmacıdan bir diğeri olan Dr. Fredrick J. Stare, ise Harvard Üniversitesinin Beslenme Bölüm Başkanı olmuştur.
Günümüzde Harvard Üniversitesinin beslenme bölümünü yöneten Dr. Walter Willett ise şöyle diyor: “Bugün elimizde olan verilere bakarak, rafine karbonhidratların ve özellikle şekerle tatlandırılmış içeceklerin kalp hastalıkları için risk faktörü olduğunu, ancak gıdadaki yağların tamamının değil, bazı tiplerinin sakıncalı olduğunu göstermiş durumdayız.”
Araştırmaların sonuçlarının saptırılmasının tek örneği bu mudur? Tabii ki hayır. Gıda endüstrisinin, beslenme bilimi üstündeki etkisi her an devam etmektedir. Geçen sene New York Times gazetesinde yayınlanan bir habere göre dünyanın en büyük şekerli içecek firması olan Coca Cola, şekerli içeceklerle obezite arasındaki ilişkiyi ortaya çıkaran araştırmaları önlemek için araştırmacılara milyonlarca dolarlık fon aktarımında bulunmuştur (2). Yine Amerika’da şekerleme üreten bir şirket yaptırdığı “sözde” bir araştırmanın sonucunda şekerleme yiyen çocukların yemeyenlere göre daha az kilo aldığını iddia etmiştir.
Gıda endüstrisinin, beslenme bilimi üstündeki etkisini vurgulaması açısından rafine şekerden daha da zararlı olan nişasta bazlı glikoz şurubu (mısır şurubu) ile ilgili bir başka güncel örnek vereyim. Mısır şurubunun dünyadaki en büyük üreticisi Amerikan Cargill şirketidir. Dünyanın hemen her ülkesinde mısır şurubu üretimi kotaya bağlıdır. Sınırsızca üretimine müsaade edilmez. Cargill ülkemizde de Ülker ile ortak olarak fruktoz şurubu üretimi yapmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda değişik zamanlarda ülkemizdeki mısır şurubu üretim kotası kademeli olarak artırılmıştır. Medyada son günlerde yapılan bazı yayınlarda Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından hazırlanan, "Üretim Reformu Paketi Kanun Tasarısı Taslağında" nişasta bazlı şekerin üretim miktarıyla ilgili, yürürlükte olan kısıtlamanın tamamen kaldırılacağı iddia edilmektedir. Umarız böyle bir hata yapılmaz. Halk sağlığı açısından ciddi bir sorun yaratan fruktoz şurubu üretiminin tamamen serbest bırakılması gelecek nesillerimizi ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya bırakacaktır.
Bugüne kadar topluma söylenen klişe cümle hep şu olmuştur: “Karbonhidratlar vücudumuz için vazgeçilmez bir besin öğesidir, mutlaka her öğünde tüketilmelidir. Buna mukabil özellikle hayvansal yağlar başta olmak üzere et ve yumurta gibi diğer hayvansal gıdalar çok zararlıdır, damar sertliğine, kolestrol yüksekliğine ve daha birçok hastalığa yol açar, bundan dolayı tüketimi kısıtlanmalıdır”.
Bu görüş doğrultusunda yıllar boyunca sağlıklı olan yağlar kısıtlandı buna karşılık şeker, trans yağ ve kimyasal katkılarla doldurulmuş hazır gıdalar insanlara sağlıklı gıda olarak empoze edildi. Geldiğimiz bugünkü noktada diyabet, hipertansiyon, kalp-damar hastalıkları, otoimmün hastalıklar, kronik dejeneratif hastalıklar gibi daha pek çok hastalığın görülme oranında adeta bir “patlama” yaşanmaktadır.
90’lı yıllarda tedavisi ile ilgilendiğim hastalarıma ben de yukarıdakine benzer beslenme tavsiyelerinde bulunuyordum. Yaşadığım tecrübelerden sonra bu beslenme şekliyle hastalıkları düzeltmek bir yana daha da fazla karmaşık bir duruma geldiğini gördüm ve bu “dogmatik” düşünceyi sorgulamaya ve beslenme konusuna daha fazla kafa yormaya başladım. Okuduğum bir makale beslenme konusunda benim için adeta bir dönüm noktası oldu. Yazımın başında da belirtmiştim, o makale de yine New England Journal of Medicine dergisinde yayınlanmıştı. 1985 yılı Ocak ayında yayınlanan bu yazının başlığı “Paleolithic Nutrition” yani Taş Devri Beslenmesidir (3). Bu makaleyi okuduktan sonra “paleo beslenme” şekliyle ilgili derin bir araştırmaya giriştim. Yüzlerce, binlerce sayfa bilimsel yazı okuduktan sonra gördüm ki, aslında beslenme ile ilgili 1970’li yıllardan beri çok doğru bilimsel kaynaklar olmasına rağmen bu bilgiler görmezden geliniyor ve yukarıda vurguladığım gibi şeker endüstrisinin bilerek yanlış yönlendirdiği beslenme önerileri devam ettiriliyor.
Kısaca Paleo diyet olarak adlandırılan Paleolitik diyet, ilk kez 1975 yılında Walter Voegtlin tarafından ortaya çıkarılmıştır. Paleolitik kelimesinin Türkçe karşılığı Taş Devridir. The Stone Age Diet (Taş Devri Diyeti) adlı kitabında Voegtlin taş devri çağında insanların nasıl beslendiğini, daha az karbohidratlı gıdalar tükettiklerini ve genel olarak insanların doğada kendiliğinden var olan gıdalarla beslenmelerinin yeterli olacağını savunuyor. Bundan 13 yıl sonra (1988) Boyd Eaton ve arkadaşlarının yazdığı The Paleolithic Prescription (Taş Devri Reçetesi) adlı kitap piyasaya çıkmıştır. Bu kitaba göre 2 milyon yıl önce yaşayan atalarımızın hayat tarzını ve beslenme şeklini benimsediğimizde daha sağlıklı hayatlar yaşayabileceğimiz ileri sürülmektedir. Bunlar dışında 1990’lı yıllarda paleo diyet hakkında yazılmış birçok kaynak mevcuttur. Bu kaynaklarda bazen birbiriyle çelişen görüşler olsa bile temel prensipler çoğunlukla birbirleriyle örtüşmektedir. Paleo diyetin popüler hale gelmesi ise Loren Cordain'in 2010 yılında yazdığı The Paleo Diet: Lose Weight and Get Healthy by Eating the Foods You Were Designed to Eat adlı kitabı ile oldu (4).
Ülkemizde ise paleo beslenme şeklini ilk gündeme getiren ve bu konuda kitap yazan kişi Prof. Dr. Ahmet Aydın olmuştur. Rahmetli hocamızla sağlığında zaman zaman görüşüp bu konularda fikir alışverişinde de bulunurduk. Ahmet Hoca yazmış olduğu kitabına “7’den 70’e Taş Devri Diyeti”adını vererek orijinal “paleolithic diet” adının Türkçesini kitabının kapağında kullanma nezaketini göstermiştir. Mütevazi kişiliğiyle insanlara yardım için çırpınan değerli hocamızı ne yazık ki erken kaybettik. Mekanı cennet olsun.
Ülkemizde bu beslenme tarzı daha sonra Prof. Dr. Canan Karatay tarafından daha da popüler hale getirilmiştir. Canan hanım, yazdığı kitabına her ne kadar “Karatay Diyeti” adını vermiş olsa da savunduğu beslenme prensiplerinin kökeni 1975 yılına dayanan paleo beslenme önerileridir. Sayın Karatay’ın kendisine has üslubuyla, halkı beslenme konusunda bilgilendirmesi halk sağlığı konusunda ülkemiz insanlarına büyük bir katkıda bulunmuştur.
Ben de 2000’li yılların başından beri tedavisi ile ilgilendiğim hastalarımda ülkemizin şartlarına göre adapte edilen ve kişiye özel olarak düzenlenen paleo beslenme prensiplerini uygulamaktayım. Bu sayede birçok kronik hastalıkta belirgin bir düzelme yaşandığını çok net olarak gözlemlemekteyim.
Bugün geldiğimiz noktada şunu rahatlıkla söyleyebilirim… Maalesef yapılan araştırmaların sonuçları çarpıtılmış ve yıllarca insanlara bilerek, yanlış beslenme önerilerinde bulunulmuştur.
16.Eylül.2016
KONU İLE İLGİLİ ÖNERİLEN DİĞER YAZILARIMIZ İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNKE TIKLAYINIZ:
1- Tip-2 Diyabetin, İlaç Kullanmadan Tedavi Edilebilen Bir Hastalık Olduğunu Biliyor Musunuz?
2- Kan Şekerini dengede tutmanın püf noktaları nelerdir?
Yasal Uyarı: Bu metin özgün bir yazı olup telif hakkı yazarlara aittir. Kopyalanarak başka mecralarda kullanılması durumunda hukuki yollara başvurulacaktır. Kopyalanmadan sayfamıza link verilebilir.