PAYLAŞ

Kronik Toksisitede Detoks ve Şelasyon Yöntemleri - 1.BÖLÜM

Bu makale 154560 kişi tarafından görüntülenmiştir.

Y

Yazarlar: Dr. Gökşin Balım İç Hastalıkları_Dahiliye Uzmanı BİRİNCİ BÖLÜM Op. Dr. Tayfun Balım Beyin Cerahisi Uzmanı

KRONİK TOKSİSİTEDE DETOKS VE ŞELASYON YÖNTEMLERİ

Kimyasal toksinler ve ağır metallere yönelik detoks ve şelasyon uygulamaları hakkında

mutlaka bilmeniz gerekenler

Kelime anlamı olarak toksin, “zehir” demektir. Zehir dendiğinde birçoğunuz “Benim öyle bir sorunum yok” diye düşünüyor olabilirsiniz. Aklınıza mantar zehirlenmesi, ya da yılan veya akrep sokması gibi nadir görülen olaylar geliyor olabilir. Ancak kronik toksisite hiç de sizin düşündüğünüz gibi seyrek görülen bir tablo değildir. Eğer uzun süredir halsizlik, yorgunluk, bitkinlik, unutkanlık, düşünmede bulanıklık (brain fog), kendini iyi hissetmeme, vücutta şişlik ve ödem, aşırı uyku ya da uykusuzluk, kas ve eklemlerde gerginlik gibi fiziksel ve ruhsal şikayetler yaşıyorsanız veya otoimmün hastalıklar, diyabet, metabolik sendrom, hormon bozuklukları, kalp damar hastalıkları, egzema ve cilt hastalıkları, Alzheimer, Parkinson, polinöropatiler ve diğer nörolojik hastalıklar, depresyon, otizm ve hatta kanser gibi hastalıklarla mücadele ediyorsanız, şunu bilmenizi isterim ki, yukarıda yazdığım ve yazamadığım daha birçok şikayet ve hastalığın altındaki sorumlulardan bir tanesi de kronik toksisitedir. Holistik bakış açısı çevresel toksinlerle hastalıklar arasındaki bu ilişkiyi görmemizi gerektirmektedir. 

Kronik toksisite konusu yalnızca sıradan insanlar açısından değil, bazı tıp profesyonelleri açısından da az bilinen bir konudur. Tıp eğitimi sırasında hekim adaylarına zehirlenme konusu anlatılırken akut ve yüksek dozlarda alınan toksinlere bağlı olarak ortaya çıkan “akut zehirlenme” tablosu anlatılmakta ve buna yönelik tedavinin eğitimi verilmektedir. Kronik toksisite ise “endüstriyel tıbbın” ilgi alanına henüz yeterince girememiştir. Bu konu teknik olarak oldukça karmaşık olan biyokimyasal mekanizmalarla ilgilidir. O yüzden tıp eğitimi almamış olan insanlara konunun basit bir şekilde anlatılabilmesi hiç de kolay değildir. Yazılarımızı birçok meslektaşımızın da ilgi ile takip ettiğini biliyoruz ama bu makaleleri yazmaktaki asıl amacımızın hastalarımızı ve takipçilerimizi bilgilendirmek olduğunu da her vesileyle vurgulamaktayız. Bu sebeple konuyu mümkün olduğunca basitleştirerek anlaşılabilir bir hale getireceğiz.  Bu basit anlatım tarzının hekim olmayan takipçilerimizin yanı sıra genç meslektaşlarımız için de faydalı olacağını sanıyoruz.

Hücrelere ve yaşayan dokulara kimyasal, biyokimyasal ya da radyoaktif nitelikte zararlar veren her türlü madde toksin olarak kabul edilmelidir. Toksinler hücreleri hem metabolik düzeyde, hem de gen düzeyinde etkileyerek zarar verebilirler. Toksinlerin en tipik özelliği zararlı etkilerini küçük dozlarda bile göstermeleridir. Paraselsus (1493 - 1541) "Tüm maddeler zehirdir, ilacı zehirden ayıran en önemli özellik ise dozudur" diyerek zehir kavramına geniş bir tanım getirmiştir. 

Toksinler denizlerde, göllerde, akarsularda, yağmurda, içme suyu kaynaklarında, havada, toprakta, yaşadığımız çevrede kısacası yaşamımız için elzem olan en önemli kaynaklarda bulunabilmektedir. O yüzden ne kadar dikkat edilirse edilsin çevresel toksinlerden tamamen korunabilmek maalesef mümkün değildir. Bitkisel gıdalarımıza bulaşan toksinlerin bazıları bitkilerdeki proteinlere bağlandığı için bunlar yıkandığında veya kabuğu soyulduğunda bile toksinlerden kurtulabilmek maalesef mümkün olmamaktadır.

Çevresel kirlilik, kimyasal maddeler ve toksinlerin canlılar üzerindeki zararlı etkileri uzun zamandan beri bilinmektedir. İnsan sağlığı üzerinde zararlı etkileri bilinen pek çok kimyasal madde ve toksin vardır. Bunlardan en sık karşılaştıklarımız şunlardır:

- Civa, kurşun, kadmiyum, arsenik, alüminyum gibi ağır metaller,

- Brom, flor, klor gibi toksik halojenler, 

- Benzen ve formaldehit gibi solventler,

- Xenoöstrojenler

- Bisfenol-A

- Glyphosate, dioksin

- İşlenmiş gıdalardaki katkılar ve hormon benzeri kimyasallar 

İnsanların toksinlerle tanışması ana rahminden itibaren başlamaktadır. Sonrasında anne sütü ve tüketilen diğer gıdalar, solunan hava ve deri emilimi yoluyla bu temas devam eder. Değişik kaynaklardan azar azar vücuda giren bu toksinler, “damlaya, damlaya göl olur” misalindeki gibi, zaman içinde dokularda birikerek toksik değerlere ulaşırlar ve vücut sistemlerini bozarak otoimmün hastalıklardan kansere, otizmden psikiyatrik hastalıklara kadar geniş bir yelpazedeki pek çok hastalığa yol açabilirler. Kronik toksisiteyi saptamak hiç kolay değildir. Eğer özellikle araştırılmamışsa ortaya çıkan hastalıkların kökeninde toksin olduğunu bilebilmek pek de mümkün değildir.

Toksinler ağız ya da hava yoluyla veya ciltten emilerek vücuda girebileceği gibi metabolizma işlemleri sırasında vücutta da ortaya çıkabilmektedir. 

Toksinler dışarıdan nasıl alınır?

1- Solunum yolu ile: Egzos gazları, sigara dumanı, fabrikalardan atmosfere salınan gazlar, evlerde, endüstride ve tarımda kullanılan kimyasal maddeler, plazalardaki havalandırma sistemlerinde biriken toksinler ve dişlerdeki amalgam dolgular (civa buharı) solunum yoluyla vücuda giren toksinlerdir.

2- Ağız yoluyla: İçme sularındaki ağır metal ve toksinler, gıdalardaki zirai ilaç kalıntıları, hazır gıdalardaki kimyasallar, gereksiz kullanılan ilaçlar, kronik alkol tüketimi, bazı gıdalarda bulunabilen aflatoksin, pet su şişelerinden suya geçen, hormon yapısındaki toksik maddeler, alüminyum folyo, alüminyum kutulardaki meşrubat ve içecekler yoluyla vücuda giren alüminyum metali, havuzlarda üretilen çiftlik balıklarındaki ve özellikle midyelerdeki ağır metaller, kimyasal madde dolu yemlerle beslenerek hormon ve antibiyotik yüklenen hayvanların et, süt ve yumurtalarındaki toksinler bunlara örnek olarak verilebilir.

Bazı zirai ilaçlar bitkinin proteinlerine bağlandığı için meyve ve sebzelerin özünde kalabilmektedir. Yıkamakla, hatta kabuğunu soymakla bile bu toksinleri gıdalardan uzaklaştırabilmek her zaman mümkün olamamaktadır.  Ayrıca, sebze ve meyvelerin raf ömrünü uzatmak için dış çeperi parafin gibi petrol türevi olan maddelerle kaplanmakta ve ne kadar yıkanırsa, yıkansın bu toksik maddeler yine de vücuda girmektedir. Meyve ve sebzelerin üretiminde kullanılan zirai ilaç ve pestisidler de toksin kaynağı olarak düşünülmelidir.

Meyvelerdeki parafin tehlikesi ile ilgili videomuzu üstteki linkten izleyebilirsiniz

3-Cilt yoluyla: Cildimiz vücudun en büyük giriş kapılarındandır. Bilerek veya bilmeyerek cildimize temas eden her türlü kimyasal madde emilerek vücuda girebilir. Bunlar kişisel bakım ürünleri, kozmetikler, deodorant, parfüm, saç boyaları, şampuan ve deterjan gibi maddeler olabileceği gibi boyalar, plastik maddeler, havadaki kimyasal tozlar, yüzme havuzlarındaki toksik kimyasallar, sentetik tekstil ve giysilerdeki kimyasal maddeler de olabilir. Cilt altına veya kas içine yapılan bazı aşıların içindeki civa ve alüminyum gibi ağır metallerin de toksik etkisinin olduğunu biliyoruz.

4- Radyoaktif ve elektromanyetik toksisite yoluyla: Elektromanyetik kirlilik ve radyasyon da hiç fark edilmeden vücuda toksik etki yaratan sebepler arasındadır. Radyoaktif toksinler canlıların yapısındaki kimyasal elementlere yaydığı radyoaktif parçacıklar ile elementlerin çekirdek yapısının değişmesine neden olmaktadırlar. Bu değişimin sonucu olarak elementler bir başka elemente dönüşür. Örneğin eritrositlerde bolca bulunan demir elementi alfa ışımasına maruz kalınca atom numarası 2 değerlik artarak nikel elementine dönüşmekte ve kimyasal özellikleri de değiştiği için hücre yapısı bozulmaktadır.

Gereksiz yere çekilen röntgen, mamografi, kemik dansitometri ve bilgisayarlı tomografi gibi tetkikler de vücutta ciddi bir oksidasyon yükü yaratmaktadır. Ayrıca cep telefonu baz istasyonları, kablosuz “wi-fi” bağlantılar, yüksek gerilim hatları, dev alışveriş merkezleri ve plazalardaki elektromanyetik alanlar da (elektro smog) vücutta yarattıkları oksidasyon sebebiyle uzun dönemde vücutta toksik yük yaratmaktadır. İsrail’de yapılan bir araştırmada radar üssünde çalışan görevlilerde fiziksel ve ruhsal hastalıkların görülme olasılığında anlamlı bir artış olduğu ifade edilmektedir.   

Yukarıda 4 ana başlık altında sıraladığımız “dış toksinler” haricinde vücudun kendi içinde yarattığı “iç toksinler” de vardır. 

Peki, vücudumuz kendi içinde nasıl toksin üretir?

Canlılığın devam ettirilebilmesi için, metabolizmanın düzenli olarak çalışması gereklidir. Enerji metabolizması sırasında oksijenle birleşen glikoz ve/veya yağ molekülleri mitokondrinin içinde enerjiye çevrilir. Ancak bu sırada “serbest radikal” adı verilen yan ürünler açığa çıkar. Serbest radikalleri sağlıklı hücrelere saldırıp onların yapısını bozan bir çeşit toksin olarak düşünebiliriz. Ortaya çıkan serbest radikaller eğer vücudun antioksidan sistemleri tarafından temizlenemezse en yakınlarındaki hücrelere saldırırlar ve hücre zarının yapısını bozarak tahribata yol açarlar. Serbest radikallerin hücrelerin enerji santralleri olan mitokondrilerde ortaya çıktığını daha önce söylemiştim. Oluşan radikallerin karşılaştığı ilk hücre doğal olarak mitokondrinin kendisidir. Bu yüzden toksinlerden en çok zarar gören yapı da mitokondrilerdir. Civa gibi ağır metallerin, toksinlerin ve serbest radikallerin mitokondrilere zarar vermesinin yaşamsal bir önemi vardır. Enerji santrallerinin tahrip olması hücrenin enerjisiz kalması demektir. Bu olumsuz gidişin nereye varacağını bilmem tahmin edebiliyor musunuz? Neden sürekli halsiz, yorgun ve bitkin olduğunuz sorusuna belki şimdi bir cevap bulabilirsiniz.

Vücudumuzun en büyük giriş kapılarından bir tanesinin bağırsaklarımız olduğunu daha önceki yazılarımızda defalarca vurgulamıştık. Bağırsak florasının bozuk olmasının (disbiyozis) ve bağırsak geçirgenliğinin artmasının (leaky gut) genel vücut sağlığını bozan en önemli sebeplerden biri olduğunu iyi biliyoruz. Bağırsakta aşırı artmış olan patojen bakteriler bazı toksik atıklar üretirler. Patojen bakterilerin ürettiği toksinlerin yanı sıra gıdalarımız yoluyla vücuda giren diğer toksik maddeler de artmış olan bağırsak geçirgenliği sebebiyle, kolayca vücuda girerek vücudun toksin yükünü önemli oranda artırırlar.  

" Değişik kaynaklardan azar azar vücuda giren toksinlerin, birçok kronik hastalığın sebebi olabileceğini biliyor musunuz? "

Sağlıklı bir vücut, belli düzeydeki toksinleri rahatlıkla uzaklaştırabilir. Değişik kaynaklardan azar azar vücuda giren bu toksinler, vücudun temizleme kapasitesini aşınca dokularda birikmeye başlar ve hücrelerin sağlıklı çalışmasını bozar. Hücreler işlevini tam olarak yapamaz ve gerekli enerjiyi üretemez duruma gelince ilk etapta yorgunluk, halsizlik, konsantrasyon güçlükleri, bellek zayıflığı gibi belirtiler ortaya çıkar. Kronik toksisitenin uzun süre devam etmesi sonucunda ise birçok kronik enflamatuvar hastalığın yolu açılmış olur. 

Magazin ağırlıklı sağlık programlarında detoks için sebze suyu kürleri yapmanın, bol meyve ve yeşillik yemenin, bol su tüketmenin, bazı vitamin destekleri almanın yeterli olacağından bahsedilir. Keşke sorunun çözümü bu kadar kolay olabilseydi! 

Yapılan araştırmalarda pek çok insanın vücudundaki toksin ve ağır metal yükünde son yıllarda belirgin bir artış olduğu saptanmıştır (1),(2),(3).

Peki, araştırma sonuçları insanların birçoğunda toksik yük bulunduğunu göstermesine rağmen neden bazı insanlar ciddi sağlık sorunları yaşarken diğer bir grup insanda ise herhangi bir sorun ortaya çıkmamaktadır? Kronik toksisitenin tek sebebi fazla miktarda toksinin vücuda girmesi değildir. Bazen çeşitli sebeplerden dolayı vücudun toksinleri temizleme kapasitesi zayıfladığı için de sorun yaşanabilmektedir.

Detoksifikasyon gücü genetik olarak belirlenir ve kişiden kişiye değişir. Detoks mekanizması nüfusun % 65’inde oldukça iyi çalışır; geri kalan % 32’sinde yavaş ve  % 2,5’unda ise çok az çalışır. Otizm, Alzheimer, multipl skleroz, şizofreni, bipolar bozukluğu olanlar bu % 2,5’luk bölümün içindedir. Eğer çevresel toksinlere maruziyet artar ve doğal beslenmeden de uzaklaşılırsa detoks mekanizması yavaş çalışan % 32’lik bölümde de hastalıkların görülme olasılığı artacaktır. 

Toksinler bağışıklık sistemini de etkiler mi?

Evet, toksinlerin birçoğu bağışıklık sistemi üzerinde de olumsuz etki yaratır (4). Sonuç üzerinde asıl belirleyici olan unsur toksik maddenin miktarı değil, bu toksinlere bağışıklık sisteminin gösterdiği reaksiyondur. Bağışıklık sisteminin doğrudan toksinin kendisine karşı reaksiyon göstermesi beklenen bir durum değildir.  Ama toksin bir proteine bağlanırsa bu durumda antijen özelliği kazanabilir. Yapılan bir araştırmaya göre toksinlerin doku proteinlerine bağlanmasıyla birlikte antijenik bir özellik kazandığı ve bağışıklık sisteminin antijenik özellik kazanan kendi dokularına karşı aşırı duyarlı davranması sonucunda da otoimmün hastalıkların ortaya çıkabileceği vurgulanmaktadır (5). Tetkiklerde ağır metallerin ya da toksin miktarlarının yüksek çıkmasının tek başına anlamlı olmadığı, bağışıklık sisteminin bunlara karşı aşırı bir reaksiyon göstermediği durumlarda bu insanlarda herhangi bir sağlık sorununun ortaya çıkmayacağı da ifade edilmektedir.

Toksinler vücuttan nasıl atılır?

Toksinlerin vücudumuza en önemli giriş yollarının bağırsaklar, akciğerler ve cildimiz olduğunu yukarıda söylemiştim. Çok ilginçtir, bu sıraladığım organların aynı zamanda toksinlerin vücuttan atılmasında da çok önemli rolleri vardır.

Toksinlerin vücuttan uzaklaştırılması şu yollarla olur:

1- Karaciğer: Toksinlerin atılımında en önemli rolü oynayan organ karaciğerdir. Karaciğerin detoks kapasitesi sonsuz değildir. İnsanlar yaratıldığından bu yana karaciğer hep aynı şekilde çalışmıştır. Halbuki son 40-50 yılda maruz kalınan toksinler o kadar büyük oranda artmıştır ki, karaciğerin bu hızlı değişime ayak uydurabilmesi ve katlamalı olarak artan toksik yükü bertaraf edebilmesi çok zorlaşmıştır. Kaldı ki, herkesin karaciğerinin detoks kapasitesi de aynı değildir. Yapılan araştırmalarda bir ilacı detoksifiye etme kapasitesi açısından iki kişi arasında bile yüzlerce kat fark olabileceği gösterilmiştir. Dolaşımdaki kanın tamamı her 3 dakikada bir sefer karaciğerden geçer ve kanın içindeki zararlı maddeler, toksinler ve ilaçlar filtre edilerek dolaşımdan ayrılır. Dolaşımdan ayrılan bu maddeler karaciğerde iki basamaklı bir detoksifasyon işleminden geçer. Daha sonra safra yoluyla bağırsaklara veya kan yoluyla böbreklere geçerek vücuttan atılmaya hazır hale gelir.

Toksinlerin büyük kısmı yağda çözünen moleküllerdir ve vücuda girdiklerinde çoğunlukla yağdan zengin dokulara yerleşirler ve bu dokuların hücre yapısını bozarlar (örneğin beyin, hücre zarları, hormon salgılayan bezler ve yağ hücreleri). Diyete başlayıp kilo vermeye başlayan bazı insanlarda halsizlik, yorgunluk, bitkinlik, huzursuzluk ve kendini iyi hissetmeme gibi şikayetlerin sebebinin enerji olarak kullanılan yağ hücrelerinden açığa çıkan toksinler olabileceğini bilmenizi isterim. Detoks kapasitesi düşük veya toksik yükü fazla olan kişilerin kilo verme çabaları sırasında daha fazla sorun yaşandığını görmekteyiz.

Yağda çözünen toksinlerin vücuttan atılabilmesi için öncelikle suda çözünür hale getirilmesi gereklidir. Bu dönüşüm işlemi karaciğerde gerçekleşir. Bunun için toksinlerin karaciğerde iki basamaklı bir işlemden geçmesi gerektiğini yukarıda da ifade etmiştim (Faz-1 ve Faz-2 işlemleri) (6),(7). Faz-1 işleminde yağda çözünen toksinler enzimatik yolla oksidasyon, redüksiyon, hidroliz ve dehalojenizasyon işlemleri ile ara ürün haline dönüştürülür (P450 enzimatik yol). Bu dönüşümle meydana gelen ara ürünler Faz-2 basamağına girer. Faz-2 basamağında toksin ara ürünleri glutatyon konjugasyonu, metilasyon, sülfasyon, asetilasyon, glukuronizasyon gibi işlemlerden geçerek suda çözünür hale gelirler (konjugasyon yolu). 

Karaciğerdeki bu iki basamaklı detoksifikasyon işleminde her iki fazın da sağlıklı olarak yürütülmesi gereklidir. Eğer detoks basamaklarından herhangi birisinde aksama varsa diğer basamağın iyi çalışıyor olması sağlıklı bir detoks işlemi için tek başına yeterli olmaz. Bunu şöyle bir örnekle daha iyi anlaşılabilir hale getirebiliriz.

Karaciğeri bir fabrikanın üretim bandı gibi düşünelim. Bu üretim bandına giren hammadde de toksinler olsun. Birinci üretim bandında (Faz-1) toksinler enzimler tarafından parçalanır ve yeni bir ara ürün haline getirilir. Bu ara ürünler serbest radikal gibi saldırgan özellikte moleküller olduğu için en kısa sürede ikinci üretim bandına alınarak zararsız hale getirilmelidir. İkinci üretim bandında (Faz-2) zararlı ara ürünler bazı maddelerle bağlanarak nötralize edilir ve suda çözünür son ürün haline getirilir. Faz-2’den çıkan son ürünler ise vücuttan uzaklaştırılmak üzere safra yoluyla bağırsağa veya kan dolaşımı yoluyla böbreklere gönderilir. Şimdi 2 ayrı senaryo yazalım:

Senaryo 1: İkinci üretim bandında bir arıza var ve birinci üretim bandında üretilen “saldırgan özellikli” ara ürünler tıkanıklık sebebiyle ikinci basamağa geçemiyor ve birikiyor. Ne olacak?

Senaryo 2: Bu da birinci senaryonun tam tersi olsun. İkinci üretim bandı çalışıyor ama birinci basamak arızalı olduğu için ikinci basamağa işlem görmek üzere ara madde gelmiyor.

Yukarıdaki her iki durumda da karaciğerin detoks işlevi bozuktur ve toksinlerin vücuttan atılmasında aksaklık vardır. Sonuç aynı ama sebepler farklı. İlk senaryodaki hastaya bilinçsizce kimyasal şelasyon yapıldığında dokulardan serbestleşen toksinler karaciğerde Faz-2 işlemi yeterince çalışmadığı için vücuttan temizlenemez ve kanda “ara ürünler” birikir. Bu örnekteki hastanın klinik tablosunda bir ağırlaşma olması kaçınılmazdır. Otistik çocuklarda bu durumla sıklıkla karşılaşıyoruz. Bu çocuklardaki genetik polimorfizmler sebebiyle karaciğerin detoks fonksiyonu yetersizdir. Ayrıca bağırsak geçirgenliği ve candida hakimiyeti de sıklıkla mevcuttur. Bu sebeplere yönelik tedbir alınmadan otistik çocuklarda DMSA ile şelasyon yapılması vakaların birçoğunda semptomların alevlenmesiyle sonuçlanmaktadır.

Biraz da ikinci senaryo için konuşalım. Bu senaryoda Faz-1 de sorun olduğunu varsaymıştım. Faz-1 basamağında çeşitli enzimler rol almaktadır. Eğer enzimlerle ilgili bir sorun varsa ve bu basamak sağlıklı işlev görmüyor ve Faz-2 basamağı için ara ürün yapılamıyorsa, ikinci basamağı (Faz-2) güçlendirmeye yönelik tedavi çabalarının bir anlamı olur mu? Kaldı ki üretimin aksaması yalnızca fabrikadaki iki üretim bandı ile de sınırlı değildir. Vücuttan atılmak üzere bağırsaklara ve böbreklere gönderilen toksik maddeler bu organlardaki başka aksaklıklardan dolayı da olumsuz etkilenerek vücutta birikebilir. 

Yukarıda basitleştirerek verdiğim örneklerden de anlaşılacağı üzere vücutta toksin birikiminin birden farklı sebebi olabilmektedir. Problemin zarar görmeden çözümlenebilmesi için altta yatan asıl sebebin bulunması ve buna yönelik olan işlemin yapılması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim. Gerçek bir kronik toksisite tablosunda el yordamıyla yapılan bir şelasyon veya agressif detoks uygulamalarında hastanın fayda yerine ciddi zararlar görebileceğini bilmenizi isterim. El yordamı ile ağır şelatör ilaçlar (DMSA, DMSP) kullanan ve şikayetleri daha da arttığı için kliniğime başvuran bazı hastalarımda bu olumsuzlukları görüyorum. 

Yağda çözünen toksinlerin karaciğerdeki Faz-1 ve Faz-2 işlemleri ile suda çözünür hale getirildiğini artık biliyoruz. İşte bütün bu aşamalarda vücudun antioksidan sistemlerine, birçok enzime (CYP450 enzim sistemi), koenzim rolü oynayan birçok vitamine (özellikle vitamin C ve vitamin E) ve minerale, aminoasit ve peptidlere (glutatyon) ve diğer besin unsurlarına büyük görevler düşmektedir. Vücudun en önemli antioksidanlarından bir tanesi “glutatyon”dur. Kronik enflamasyonun glutatyon depolarını hızlı bir şekilde tükettiğini biliyoruz. Dolayısı ile kronik enflamasyonu olan bir hastanın karaciğer detoks kapasitesinin düşük olması pek de şaşırtıcı değildir. Glutatyon seviyesi düşük olan bu insanlarda masum kimyasallar bile vücutta abartılı reaksiyonlara yol açabilmektedir.

Özet olarak şunu söyleyebiliriz; karaciğerde gerçekleşen bu karmaşık detoksifikasyon işlemleri sırasında ihtiyaç duyulan unsurlardan herhangi birisinin eksikliği karaciğerin detoks kapasitesini olumsuz olarak etkiler.  

 

2- Böbrekler: Karaciğer tarafından suda çözünür hale getirilen toksinlerin bir kısmı kan dolaşımı yoluyla böbreklere ulaşır ve buradan süzülerek idrar yoluyla vücuttan atılır. Bu yüzden vücuttaki civa ve kurşun gibi bazı ağır metallerin miktarını saptayabilmek için provokasyonlu idrar testleri yaparız.

3- Deri: Deri de önemli bir detoks organımızdır. Derideki ter ve yağ bezleri önemli bir detoks fonksiyonunu yerine getirirler. Egzersiz hem dolaşımı hızlandırarak dokularda biriken toksinleri harekete geçirir, hem de ter yoluyla bu toksinlerin vücut dışına atılmasını sağlar. Masaj ve saunanın da benzer bir etkisi vardır. Egzersiz ayrıca bağışıklık sistemini ve hormonal sistemi de dengeleyerek detoks kapasitesini artırır. 

4- Bağırsaklar: Önemli detoks organlarından bir tanesi de bağırsaklardır. Karaciğerde işlemden geçtikten sonra safra yolu ile bağırsağa atılan toksinler dışkılama yolu ile bertaraf edilir. Yapılan son araştırmalar karaciğerde detoks işlemi için gerçekleştirilen Faz-1 ve Faz-2 detoksifikasyon işlemlerinin aynısının bağırsak epitelinde de yapıldığını göstermektedir. Ayrıca bağırsaktaki iyi huylu flora bakterilerinin de (mikrobiyota) toksinlerin dönüştürülerek etkisizleştirilmesinde aktif bir görev aldığını biliyoruz. Safra ile bağırsağa atılan toksinlerin dışkı yoluyla vücuttan kolayca atılabilmesi için bağırsak fonksiyonlarının da sağlıklı olması gerekmektedir. Kabızlığı olan veya bağırsak florası bozuk bir kişinin karaciğer detoks sistemi ne kadar iyi çalışıyor olursa olsun dışkı atılmasının gecikmesi durumunda bağırsakta uzun süre bekleyen toksinler yeniden emilerek dolaşıma geri dönebilmektedir. O halde toksinlerden kurtulabilmek için detoksta görev alan tüm organ ve dokuların sağlıklı olması ve birbiri ile uyumlu olarak çalışması gerekmektedir.  

5- Akciğerler: Pek bilinmese de aslında akciğerlerin bir görevi de boşaltımla ilgilidir. Gaz halindeki toksinler solunum yoluyla vücuttan atılmaktadır. Bu yüzden alkol entoksikasyonunu nefes testiyle de saptayabiliz.

Detoksifikasyonun kaynakları sonsuz değildir. Eğer karaciğer, böbrekler veya bağırsaklar görevlerini tam olarak yerine getiremiyorsa, toksinlerin vücuttan atılımı aksıyor demektir. Bu durum, tüm vücut sağlığını olumsuz yönde etkiler. 

En önemli toksinlerin başında gelen ağır metallerin vücuttaki birikimi nasıl saptanır?

Ağır metallerin varlığını saptamak için, kan saç ve idrardan alınan örneklerin özel yöntemlerle incelenmesi gerekmektedir. Başlıca ağır metal testleri şunlardır; 

1. Kanda ağır metal testi

2. İdrarda ağır metal testi

3. İdrarda uyarılmış ağır metal testi (DMSA veya DMPS ile provokasyon)

4. Saçta ağır metal testi

5. Dokuda ağır metal testi (ağır metallerin porfirin ile yaptığı bileşikler) 

Toksik ağır metallerin özellikle beyin dokusu, hücre zarları, hormon salgılayan iç salgı bezleri  gibi yağdan zengin doku ve organlara yerleştiğini daha önce de söylemiştim.  Ağır metaller yerleştikleri organ ve dokulardan kolayca atılamadıkları için kana geçemezler. Bu sebeple de saçta ve idrarda saptanamayabilirler. Yapılan bir araştırmada normal çocuklardan alınan saç örneklerinde bile ağır metallere rastlanırken, otistik çocuklarda bu düzeyin çok düşük ya da sıfır olduğu saptanmıştır. Yani hastada ağır metal yükü olmasına rağmen kanda, saçta ve idrarda yapılan ağır metal testi normal çıkabilmekte ve teşhis atlanabilmektedir. Eğer ağır metale kısa bir süre önce maruz kalındı ise bunlar henüz dokuya girmeden önce kanda ve idrarda saptanabilir. Dokuda bağlı olan ağır metallerin çözülerek kana geçmesi ve idrarla atılabilmesi için uygun bir şelasyon ajanının (örneğin DMSA veya DMSP) uygun olan dozda verilmesini takiben en az 6 saat sonrasında alınan kan, saç ya da idrar örneklerinde toksik ağır metalleri saptamak mümkün olabilmektedir. Bu nedenle “provokasyonlu ağır metal testi” yapılmalıdır. Bazı nadir durumlarda ağır metal dokuya o kadar sıkı yapışmıştır ki DMSA ile uyarılan örneklerde bile ağır metal tespiti mümkün olamamaktadır. Böyle bir durumda porfirin testi yapılmalıdır. Bu test ile doku içindeki ağır metallerin bile saptanabilmesi mümkün olabilmektedir. Aslında ağır metal değerleri ile klinik belirtiler arasında doğru bir orantının olmadığını daha önce de söylemiştim. Aynı ağır metal düzeylerinde hafif klinik belirtiler (yorgunluk, halsizlik, konsantrasyon zayıflığı vs.) olabileceği gibi otizm, Alzheimer hastalığı ya da şizofrenide olduğu gibi çok daha ağır belirtilerle de karşılaşılabilir. Bu değişkenliğin kişinin ağır metali boşaltma kapasitesi ile ilgili olduğunu yukarıda ayrıntılı olarak izah etmiştim.

27.Nisan.2017

 

AĞIR METAL ve TOKSİN BİRİKİMİNDE TEDAVİ YAKLAŞIMI NASIL OLMALIDIR?

2. BÖLÜMDE DEVAM EDECEĞİZ.

Yazının devamı için (2.Bölüm) TIKLAYINIZ.

 

Yasal Uyarı: Bu makale özgün bir yazı olup telif hakkı yazarlara aittir. Kopyalanarak başka mecralarda kullanılması durumunda hukuki yollara başvurulacaktır. Kopyalanmadan sayfamıza link verilebilir.

Bizi takip edin
Yeni yazılarımızdan haberdar olmak için , e-posta adresinizi
yazarak web sitemize ücretsiz kayıt olabilirsiniz.
İLETİŞİM
  • Tunus Caddesi Tokgözoğlu Apt. 63/2 Kavaklıdere / ANKARA
  • +90 (312) 426 11 81
    +90 530 305 14 22
  • balimklinik@yahoo.com
Web sitemizdeki yazılar bilgilendirmek amacıyla hazırlanmıştır. Tedavi yerine geçmez. İnternetteki bilgilere dayanılarak yapılan bilinçsiz uygulamalar ciddi sağlık problemlerine yol açabilir. Lütfen tedavinizin yönetilmesi için bir hekime başvurunuz.
Web Tasarım Teknobay.

KVKK'na uygun olarak kullanıcı deneyiminizi iyileştirmek için çerezler kullanıyoruz. Sitemizi ziyaret etmekle çerez ve gizlilik politikamızı kabul etmiş sayılırsınız. Daha fazla bilgi edinmek için Gizlilik ve Çerez Politikamızı inceleyebilirsiniz.

KABUL ET DAHA FAZLA BİLGİ