KRONİK ENFLAMASYONU GÖSTEREN KAN TESTLERİ NELERDİR?
Kronik enflamasyon, kronik ve dejeneratif hastalıkların altındaki en önemli hazırlayıcı faktördür. Geri planda ve düşük düzeyli olarak devam ettiği için çoğunlukla gözden kaçar ve yıllarca sinsi bir şekilde devam eder. Kronik enflamasyon birçok kronik hastalığın ve hızlı yaşlanmanın habercisidir. Eğer siz de kronik sağlık sorunlarından şikayetçiyseniz enflamasyon düzeyinizi değerlendirmek için bazı özel kan testlerini yaptırmanızı öneriyoruz.
Enflamasyonu belirlemeye yardımcı olabilecek birçok kan testi vardır. Bu testler hem enflamasyon tanısı koymak için hem de enflamasyon tedavisi sırasında hastanın durumunu izlemek için kullanılabilmektedir.
Enflamasyon Nedir?
Öncelikle enflamasyonun ne olduğunu kısaca açıklayalım. Enflamasyon vücuda yabancı olan her türlü unsura karşı bağışıklık sistemi tarafından oluşturulan doğal bir yanıttır. Yabancı unsur dediğimizde aklınıza yalnızca mikroplar veya virüsler gelmesin. Mikroorganizmaların dışında antijenik özellikteki diğer unsurlar (özellikle endüstriyel gıdaların içindeki moleküller), alerjenler, kanser hücreleri ve hatta yaşlanan veya dejenere olan vücudun diğer hücreleri de bağışıklık sistemi açısından yabancı unsur olarak algılanır. Vücudun doğal yapısında olmayan tüm bu unsurlar bağışıklık sistemi hücreleri tarafından önce işaretlenir, sonra temizlenir ve takiben de iyileşme süreci başlatılır. Bağışıklık sistemi vücudun doğal yapısında olan unsurlara karşı herhangi bir reaksiyon göstermez. Kendi dokularımız, sağlıklı hücrelerimiz ve hatta floramıza ait bakteriler de bağışıklık sistemimiz tarafından yabancı unsur olarak algılanmaz. Buna “immün tolerans” diyoruz.
Bağışıklık sistemi çoğu zaman savaşan veya vücudu savunan bir sistem olarak düşünülse bile aslında yaptığı görev savaşmaktan ziyade temizlemek ve onarmaktır. Enflamasyon doğuştan gelen bağışıklık sisteminin başlattığı ve bazı durumlarda kazanılmış immünitenin de devreye girdiği karmaşık bir reaksiyonlar silsilesidir. Yukarıda da vurguladığımız gibi enflamasyonun oluşumu birçok iç ve dış faktör tarafından tetiklenebilir.
Enfeksiyon durumlarında vücutta ortaya çıkan bulgular akut enflamasyona ait bulgulardır. Enfeksiyon ajanını temizlemek ve oluşan hasarı onarabilmek amacıyla bağışıklık hücrelerimizin yanı sıra birçok kimyasalın (sitokin, interlökin, histamin, protoglandin, interferon vs) kana ve etkilenen dokulara salındığı karmaşık bir süreçtir.
Enflamasyona sebep olan faktörün her zaman zararlı bir unsur olması da gerekli değildir. Vücuda zararı olmayan bazı unsurlar da enflamasyonu tetikleyebilmektedir. Mesela polenler, ev tozu veya parfüm vs gibi unsurlar buna örnek olarak verilebilir. Alerji de bir akut enflamasyon durumudur. Polen veya ev tozu birçok insanda sorun yaratmazken bazı bireylerde bu unsurlara karşı alerjik yanıtın ortaya çıkması bu bireylerin bağışıklık sistemlerinin aşırı duyarlanmış olmasından kaynaklanmaktadır.
Son yıllarda sıklıkla karşılaşmaya başladığımız enflamasyon uyaranlarından bir diğeri de invaziv estetik ve kozmetik uygulamalardır. Botoks, dolgu, dövme gibi işlemlerle vücuda giren toksinler (Botoks=Botilizin bakterisinin toksini), kimyasallar (hyalüronik asit vs) ve çoğu ağır metal olan dövme pigmentlerini bağışıklık sisteminin görmezden gelebilmesi mümkün değildir. Yukarıda da vurguladığımız gibi bağışıklık sistemi zararlı veya zararsız her türlü yabancı unsuru temizlemek üzere reaksiyona geçer ve bunun karşılığı da enflamasyondur. Bağışıklık sistemi aylarca uğraşıp didinerek dolgu malzemesini veya botoks toksinini temizler ve sizi “iyileştirir”. Bu süreçte çok uğraşmış ve yorulmuştur ama görevini de aksatmadan yapmıştır. Peki, buna karşı siz ne yaparsınız? Bir sabah aynaya baktığınızda dolgunuzun söndüğünü veya küçük kırışıklıklarınızın yeniden ortaya çıktığını görerek uygulamayı yapan doktorunuzdan yeni bir randevu alarak aynı işlemi tekrar ettirirsiniz. Hiç düşündünüz mü, acaba bağışıklık sisteminiz bu durumdan memnun mudur? Eğer bu tür işlemleri yaptırıyorsanız veya yaptırmayı düşünüyorsanız size bir kere daha düşünmenizi öneriyoruz. Bu tür uygulamaları yapan meslektaşlarımızı da buradan bilgilendirmiş ve uyarmış olalım.
Akut ve kronik olmak üzere iki tür enflamasyon vardır. Akut enflamasyon hızla başlar ve genellikle günler içinde kaybolur. Aslında akut enflamasyon bedeni zararlı veya yabancı unsurlardan temizlediği ve zarar gören hücreleri temizleyip, iyileşme sürecini başlattığı için faydalı bir reaksiyondur. Fakat enflamasyon süreci tekrarlayan uyaranlar sebebiyle uzayarak kronikleşirse ve aylar, yıllar boyunca sürecek hale gelirse bu kez bedene zarar veren bir süreç haline gelir. Bir cümle ile özetlemek gerekirse bedenin korunması için faydalı olan akut enflamasyon kronikleştiğinde sağlığı bozan olumsuz bir süreç haline gelmektedir.
Kronik enflamasyona başta enflamatuvar gıdalar olmak üzere, kimyasallar, çevresel toksinler, hormonlar, aşırı kilo ve metabolik sorunlar, kronik stres ve kronik uyku sorunları da dahil olmak üzere birçok yaşama dair bozucu faktör katkıda bulunabilir.
Kronik Enflamasyon Sağlığı Nasıl Bozar?
Uyaranlara tekrar tekrar maruz kalındığında bağışıklık sistemi bu uyaranlara karşı bir dizi reaksiyon başlatır. Bağışıklık sisteminin uyarılması bağışıklık hücrelerinin arasındaki iletişim ve sinyalizasyonu sağlayan ve genel olarak “sitokin” adı verilen kimyasalların artışına yol açar. Sitokinlerin artması bağışıklık sisteminin tüm katmanlarını uyarır. Tekrarlayan veya devam eden enflamatuvar uyaranlar daha fazla sitokin salınımına ve bu durum da enflamasyonda artışa yol açar. Kronik enflamasyon dokularda ve hücrelerde dejeneratif değişikliklere yol açar ve bu kısır döngü bağışıklık sisteminde aşırı bir yüklenmeye neden olur.
Kronik enflamasyon okside eden (paslandırıcı) serbest radikallerde artışa neden olur. Oksidan unsurlar bağlandıkları protein ve yağ yapısındaki beden unsurlarının işlevselliğini bozar. Kanda bulunan lipoproteinler (kolesterol) oksidan süreçten ilk etkilenen moleküllerdendir.
Kolesterol vücudun çok önemli bir yapı taşıdır ve KESİNLİKLE ZARARLI BİR MOLEKÜL DEĞİLDİR! Yeni doğan bebekler daha annelerinin memesini bir kere bile emmeden kanlarında kolesterolle dünyaya gelirler. Bebeğin en önemli besin kaynağı olan anne sütünün içinde de bol miktarda kolesterol vardır.
Kolesterol yeni hücre yapımı sırasında mutlak gerekli olan bir unsurdur. Birçok önemli hormonumuz ve D vitamini de kolesterolden sentezlenir. Dolaşımdaki kolesterol kronik enflamasyon ortamında oksitlenince yapısı bozularak deforme olur ve hücreler tarafından kullanılamayacak bir molekül haline dönüşür. Okside olmuş kolesterol molekülleri hücreler tarafından kullanılamayınca kanda birikmeye başlar. Kan tetkiklerinde kolesterol seviyesinin yüksek olması hücresel düzeyde kolesterol eksikliği olmadığı anlamına gelmez. Aslında kanınızda bol miktarda deforme olmuş kolesterol molekülü dolaşmasına rağmen hücreleriniz kendi işlevleri için gereken sağlıklı kolesterole ulaşamazlar, yani aslında varlık içinde yokluk yaşarlar. Kolesterol ilaçları yalnızca kandaki kolesterol seviyesini rakamsal olarak düşürür, enflamasyon ve oksidan sürece hiçbir olumlu etkileri yoktur. İlaç zoruyla kandaki kolesterol seviyesi normale gelse bile dolaşımdaki kolesterol yine oksitlemiş kolesteroldür ve hücreler yine sağlıklı kolesterol eksikliğini yaşarlar. (Kolesterolle ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek için 3 bölümlük KOLESTEROL yazımızı okuyabilirsiniz)
Bir hücrenin sağlıklı olabilmesi için öncelikle hücre zarının sağlıklı olması gereklidir. Bir hücrenin çekirdeğini (genleri içeren yapı) çıkardığınızda hücre 3 ay daha yaşamını sürdürebilirken, hücre zarının bütünlüğünü bozduğunuzda o hücre yaşamını devam ettiremez. Hücre zarı kolesterolden (yağ ve protein) oluşur, jöle kıvamındadır ve seçici bir geçirgenliği vardır. Oksidan süreç hücre zarını oluşturan kolesterol, yağ ve protein moleküllerine bağlanarak hücre zarını sertleştirir ve geçirgenliğini bozar. Hücre zarındaki reseptörlerin duyarlılığı da bozulur ve kanla hücre arasında karşılıklı geçiş yapması gereken yaşamsal unsurların her iki yöndeki geçişi olumsuz etkilenir. Hücre zarında bulunan ve hormonların bağlanarak hücrede etki yaratmasını sağlayan reseptörlerin duyarlılığı da bozulduğu için birçok hormon hücresel seviyede etki yaratamaz hale gelir.
Hücre ve dokulardaki dejeneratif süreç damarlarda, sinir hücrelerinde, kıkırdak ve kemik yapısında da bozulmalara yol açar. Aterosklerotik hastalıklar (kalp krizi, felç, hipertansiyon vs), iskelet sistemiyle ilgili sorunlar (menisküs, disk fıtıklaşmaları, eklem kireçlenmeleri, osteoporoz vs), dejeneratif nörolojik hastalıklar (Alzheimer, demans, psiko-emosyonel şikayetler vs) bunlara örnek olarak verilebilir.
Oksidan moleküller yalnızca kolesterolü oksitlemekle kalmaz, kan dolaşımındaki diğer protein ve yağ moleküllerini de aynı şekilde oksitleyerek deforme eder. Protein ve/veya yağ yapısındaki enzimler, hormonlar da bu oksidan süreçten nasibini alır. Kanda ölçüm yapıldığında bir hormonun seviyesinin normal olması o hormonun yapısının ve işlevselliğinin normal olduğu ve hücrede etki göstereceği anlamına gelmez. Oksidan süreç hormonun veya enzimin yapısını bozduğunda o unsurun işlevini de olumsuz etkileyebilir. O halde bu bilgilerle şöyle bir çıkarım yapabiliriz: “Kronik enflamasyonu bütün boyutlarıyla yaşayan bir hastanın kanındaki insülin veya tiroid hormonları da oksidan süreçten dolayı deforme hale gelebilir ve hücresel seviyede işlevselliğini kaybedebilir”. Yalnızca bu 2 hormonun işlevselliğinin bozulması bile metabolizmanın alt üst olması için yeterlidir. Bu yüzden hormonların yapısındaki bozulmaları değerlendirmeye yönelik bazı yeni testleri de klinik uygulamalarımızda kullanıyoruz. Bu yüzden son birkaç yıldan beri TSH’nın işlevselliğini değerlendirmek için Makro-TSH (11),(12),(13) ve insülinin işlevselliğini değerlendirmek için de Makro-insülin testlerini rutin tetkiklerimizin arasına ekledik.
Kronik enflamasyonun hormonların işlevselliğini bozmasıyla ilgili kendi klinik uygulamalarımızda da birçok örnek görmekteyiz. Hipotiroidi sebebiyle tiroid ilacı kullanan ve yapılan tetkiklerinde tiroid hormon seviyeleri normal olmasına rağmen hipotiroidiye dair birçok şikayeti bedenlerinde yaşayan çok sayıda hastayla karşılaşıyoruz. Bu hastalar hormon seviyeleri normal olmasına rağmen neden kendilerini iyi hissetmediklerinin cevabını da bir türlü bulamamaktadır. Kilo aldığı için ya da beyin sisi, kabızlık, saç dökülmesi, halsizlik, yorgunluk enerji düşüklüğü vs. gibi hipotiroidiyle ilişkili olabilecek şikayetlerle daha önce birçok sağlık kurumuna başvurduklarını, TSH seviyesinin normal çıktığını ve tiroidle ilgili bir sorun olmadığının kendilerine söylendiğini ifade eden bu hastalar yaşadıkları sorunlara bir türlü çözüm bulamamaktan yakınmaktadır. Bu hastalara kandaki hormon seviyelerinin normal olmasının bu hormonların hücresel seviyede işlevsel olduğu anlamına gelemeyeceğini ve enflamasyonun hücre biyokimyasını olumsuz yönde etkileyerek hücresel seviyede hormonların etkileşimini bozabileceğini anlattığımızda hastaların bu duruma hem şaşırdıklarını hem de hayıflandıklarını gözlemliyoruz.
Kronik enflamasyon sebebiyle hücre ve dokularda ortaya çıkan bu dejeneratif süreç hücrelerin morfolojisinde (doğal yapısında) ve genetik materyalinde de bozulmalara yol açabilmektedir. Enflamasyon sonucunda doğal yapısı bozulan hücreler bağışıklık sistemi açısından yabancı bir unsur olarak algılanmaya başlar. Bedene yabancı olan her türlü unsurun bağışıklık sistemi açısından bir uyaran olduğunu konumuzun başında ifade etmiştik. Kronik enflamasyonun hücrelerimizde sebep olduğu tahribat sonrasında kendi hücre, doku ve organlarımıza karşı bağışıklık sistemimizin başlatmış olduğu bu reaksiyon “otoimmün hastalıklar” olarak karşımıza çıkmaktadır. Hashimoto tiroiditi, multipl skleroz, romatoid artrit, ankilozan spondilit, Crohn, çölyak, Sjögren, SLE vs gibi sayısı 150 civarında olan kronik hastalık otoimmün hastalıklar başlığı altında değerlendirilmektedir. Bu hastalıklarda enflamasyonun nedenleri ortadan kaldırılıp gerekli önlemler alınana kadar hastalığa bağlı şikayetler artarak devam edecektir. O yüzden tekrar ifade edelim: Kronik enflamasyon, bildiğimiz bütün kronik ve dejeneratif hastalıkların kökenindeki hazırlayıcı faktördür. (Otoimmün hastalıklar hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için "Otoimmün Bir Hastalığı Düşündüren Şikayetler Nelerdir?" başlıklı yazımız okuyabilirsiniz).
Enflamasyon ve Mitokondri
Mitokondriler, vücudun hemen her hücresinde değişik sayılarda bulunan küçük organellerdir. Hücrelerin işlevlerini yerine getirebilmesi için ihtiyaç duyulan enerjiyi üretmekten sorumlu olan yapılardır. Kronik enflamasyona karşı en hassas olan yapılardan bir tanesi de mitokondrilerimizdir. Kronik enflamasyonun mitokondriye zarar vermesi hücrelerimizin enerji santrallerinin işlevinin bozulması anlamına gelir. Enerji santrallerinin işlevinin bozulması hücrelerin ve dolayısıyla da vücudun tüm işlevlerinin bozulması anlamına gelir. Hücrenin metabolizması ve işlevini sürdürebilmesi için devam ettirmesi gereken biyokimyasal işlevleri de bozulur. Hücre kendisini onarıp tamir edemez duruma gelir ve iyileşme yeteneği bozulur. Ortaya çıkan bu tablo dokuların tahrip olması ve yaşlanmanın hızlanması anlamına gelir. Eğer etkilenen doku damarlar ise karşımıza çıkan hastalıklara aterosklerotik hastalıklar adını veriyoruz. Ya da kas iskelet sistemi etkilendiğinde bu durum da kas iskelet sistemi dejeneratif hastalıkları olarak karşımıza çıkmaktadır (artritler, osteoporoz, menisküs, bel fıtığı vs). Bu yüzden bedenimizde enflamasyon olup olmadığını test etmek ve eğer enflamasyon varsa bunu ortadan kaldırmak için gerekli önlemleri bir an önce almak çok önemlidir. Kronik bir sağlık sorunu yaşanıyorsa enflamasyon belirteçlerini test etmek teşhis ve tedavide son derece yararlı olacaktır. Bu sayede doğru bir tanı konabilecek ve doğru bir tedavi yolu izlenebilecektir. Tedavi sürecinde bu parametrelerin zaman zaman tekrarlanması tedavinin gidişini takip etmeyi de kolaylaştırmaktadır.
Enflamasyonu değerlendirmek açısından kliniğimizde geniş bir tetkik panelini değerlendirmeye alıyoruz. Bu tetkiklerin hepsini tek tek ele almak yazının çok uzamasına sebep olacağı için şimdilik bunlardan bazılarını ele almakla yetineceğiz. İlk etapta dikkate alınması gereken testler şunlardır: Açlık İnsülini, HbA1C, Hassas CRP, Ürik asit, Homosistein, Serum Ferritin, RDW (Kırmızı Kan Hücresi Genişliği) ve serum amonyak seviyesi. Bunların dışında daha başka birçok laboratuvar parametresi de kronik enflamasyon açısından kullanılabilmektedir.
Şimdi yukarıda sıraladığımız bu testlerin her biri için kısa bilgiler verelim:
Açlık İnsülini
Açlık insülin seviyesi, enflamasyonun boyutunu saptamak açısından çok değerli bir testtir. İnsülin pankreasta üretilen ve başta glikoz olmak üzere pek çok unsurun kandan hücrelere taşınmasını sağlayan anabolik bir hormondur.
Dolaşımda her zaman bir miktar insülinin bulunmasına ihtiyacımız vardır. Sağlıklı bir metabolizmanın sürdürülebilmesi için açlık insülin seviyesinin 2-2.5 uIU/ml seviyesinde olmasını hedefliyoruz. Açlık insülin seviyesinin 5 uIU/ml seviyesinin üzerinde olması metabolizmayla ilgili bazı sorunların olabileceğini işaret eder. Yüksek insülin enflamatuvardır ve yaşlanmayı hızlandırır. Kanda sürekli olarak yüksek insülinin dolaşması enflamasyonun en önemli tetikleyicisidir. Kan şekerinin her yükselmesi pankreasa bolca insülin salgılatır. Yüksek bir açlık insülin seviyesi insülin direnci ve/veya diyabetin bir işaretidir. Obezite, insülin direnci ve kronik enflamasyon arasındaki ilişki yıllardan beri bilinmektedir. Bunların tümü aynı zamanda dejenerasyon ve hızlı yaşlanma demektir (1).
İnsülin direnci, hücrelerin insülinin etkilerine gerekli yanıtı verememesi durumudur. Pankreas hücrelere söz geçirebilmek için kana daha fazla insülin salmak zorunda kalır ancak kandaki insülin seviyesinin normalin üzerinde olması vücuttaki enflamatuvar süreci hızlandırır. Yüksek insülin enflamasyon ateşinin üzerine benzin dökmeye benzer. İnsülin direncinin ortaya çıkmasını takiben Tip-2 diyabet, obezite, kalp damar hastalıkları ve yüksek tansiyon da bir süre sonra klinik tabloya eklenecektir.
Açlık insülin seviyesinin yüksek olması metabolik sendrom dediğimiz tablonun en önemli sebebidir. Metabolik sendrom, insülin direnci, abdominal obezite, sağlıksız lipid seviyeleri ve yüksek tansiyon gibi risk faktörleri varsa kardiyovasküler hastalıklar, Tip-2 diyabet ve felç gibi ciddi kronik hastalıklar birbirinin ardı sıra ortaya çıkmaya başlayacak anlamına gelir. Toplumumuzda metabolik sendromun görülme oranının son yıllarda giderek arttığını gözlemliyoruz Ülkemiz için sağlıklı bir istatistik sonucu olmasa bile Amerikan istatistikleri toplumun %34'ünün metabolik sendrom yaşadığını göstermektedir. Bizdeki oranın da buna yakın olduğunu tahmin etmekteyiz.
Laboratuvar Referans Aralığı: 2.6-24,9 uIU/ml
İdeal Aralık: 1.0-5.0 uIU/ml
İnsülin direnciyle ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek için “İnsülin Direnci ve Kronik Hastalıklarla İlişkisi” başlıklı yazımızı okumanızı öneririz.
Hemoglobin A1c
Hemoglobin A1c (HbA1c), son 3 ay içindeki ortalama kan şekeri düzeyini gösteren sağlam bir laboratuvar parametresidir. Bir kişide kronik enflamasyon olup olmadığını belirlemek için kullanılan testlerden birisidir.
Hemoglobin A1c (veya glikozlu hemoglobin), eritrositlerin (kırmızı kan hücreleri) yapısında bulunan hemoglobine glikozun bağlanmasıyla oluşur. Kandaki glikoz seviyesi ne kadar yüksek olursa, o kadar fazla glikolize hemoglobin oluşur.
Eritrositlerin ömrü ortalama olarak 3 aydır. 3 aylık ömürlerini tamamladıktan sonra vücut tarafından yıkılır ve yerine yenisi yapılır. Bu yüzden HbA1c testi, bir kişinin son üç aydaki kan şekeri düzeylerinin ortalamasını yansıtır. Test sonucu yüzde (%) olarak rapor edilir. Hemoglobinin, yüzde kaçının şeker kaplandığını gösterir. Bu oran ne kadar yüksek ise bu kişinin kan şekeri seviyeleri de o kadar yüksek seyrediyor anlamına gelir.
HbA1c testi diyabet ve prediyabet için tarama testi olarak da kıymetlidir. Aynı zamanda diyabet hastalarının tedavi sürecindeki kan şekeri kontrolünü izlemek için de kullanılır. HbA1c yüksekse kan şekeri kontrolünün sağlıklı olarak yapılamadığı anlamına gelir. Kronik olarak yüksek seyreden glikoz seviyeleri, uzun vadede vücudun birçok organına, damarlara ve sinirlere kalıcı zararlar verir.
Kronik olarak yüksek seyreden kan şekeri enzimler ve diğer protein yapısındaki moleküllerle reaksiyona girerek Gelişmiş Glikasyon Son Ürünlerini ( AGE’ler) oluşturur (2). AGE'ler yüksek derecede enflamatuvardır ve vücuttaki protein yapısındaki dokulara zarar verir. Bu gidişin kaçınılmaz sonucu diyabette yaygın olarak karşımıza çıkan nörolojik ve kardiyovasküler komplikasyonlardır.
HbA1c testi yalnızca kan şekeri takibinde değil, vücuttaki glikasyon düzeyini ölçmek açısından da çok önemli bir tetkiktir. Hemoglobinin glikolize olma oranı diğer proteinlerin de glikolize olma oranı hakkında dolaylı da olsa bir bilgi verebilir. Bu yüzden HbA1c testi bir kişide glikasyon ve enflamasyon düzeyini değerlendirmek için de kullanılabilen en faydalı testlerden birisidir.
Gıda endüstrisinde glikasyon için kullanılan terim “karamelizasyondur” (Maillard reaksiyonu). Yukarıda size aktardığımız bilgilerin bir cümlelik özeti şudur: “HbA1c testi vücudunuzdaki “karamelleşme” oranını gösterir”. Yaşlanma kelimesi şekerlenme, yani karamelleşmeyle eş değerdir. Sağlığınızı korumak ve uzun yaşamak istiyorsanız karamelleşmeyin!!!
Laboratuvar Referans Aralığı: % 4.8-5.6
İdeal Aralık: % 4.5-5.2
C-Reaktif Protein (hs-CRP)
C-Reaktif Protein (CRP) testi, vücuttaki enflamasyon düzeylerini değerlendirmek için kullanılan bir diğer laboratuvar belirtecidir. CRP karaciğerde üretilen bir proteindir. Akut faz reaktanıdır, yani enflamasyon veya travma gibi akut durumlarda CRP seviyesi artar.
CRP seviyesini değerlendirmek için en iyi test yöntemi, yüksek hassasiyetli CRP (hs-CRP) testidir. Hassas CRP testi kronik enflamasyon ve kardiyovasküler hastalıklar açısından risk değerlendirmesi için kullanılır (3). hs-CRP ayrıca enflamatuvar bağırsak hastalıkları (Crohn, ülseratif kolit, çölyak), artritler, otoimmün hastalıklar (Haşimoto, Sjögren, SLE, MS, Sedef, romatoid artrit vs) ve nöroenflamasyon (psikolojik sorunlar, demans, Alzheimer, otizm, multipl scleroz, nöropatiler vs) gibi kronik enflamatuvar durumların teşhis edilmesinde ve izlenmesinde de faydalıdır (4). CRP değerinin ölçülmesi vücudun enflamasyon durumu hakkında bilgi verir ve birçok kronik sağlık sorununun teşhis edilmesi ve izlenmesi için kritik öneme sahiptir.
Laboratuvar Referans Aralığı: 0-3 mg/L
İdeal Aralık: <1 mg/L (1 mg/dL’nin altındaki değerler)
Ürik Asit
Ürik asit, pürin metabolizması sonucu oluşan bir moleküldür. Ürik asit endojen sebeplerden oluşabileceği gibi ekzojen kaynaklardan da gelebilir. Endojen kaynak vücudun kendi sentezlediği ürik asit anlamına gelir. Karaciğer, kas, ince bağırsaklar, böbrek ve damar endoteli gibi dokular ürik asit oluşturabilir. Ekzojen kaynak ise daha çok früktoz şurubu olarak adlandırılan nişasta bazlı endüstriyel şeker ve alkolden kaynaklanmaktadır.
Kandan yapılan testlerde ürik asitin normal değeri; kadınlarda 1,5-6 mg/dl ve erkeklerde 2,5-7 mg/dl olarak belirlenmiştir. Bütüncül ve fonksiyonel bakışla hasta tedavisini benimseyen hekimler ise ürik asit için sağlıklı değerlerin kadın ve erkek için 3.0-5.5 mg/dl olduğunu kabul etmektedir.
Ürik asit normal düzeylerinde iken antioksidan ve olumlu etkileri olan bir moleküldür (14), (15), (16). O yüzden ürik asitin 3.0 mg/dl’nin altındaki seviyelere düşmesi de istenen bir durum değildir. Ürik asit seviyesinin 3 mg/dl’nin altında olması karaciğerin sülfasyon işlevinin yetersizliğini işaret edebilir (Faz-2 konjügasyon yetersizliği).
Ürik asit düzeyi eşik değeri [7,0 mg/dL] aştığında hızlıca kristalize olarak eklemler, böbrekler ve damar duvarlarında birikmeye başlar. Ürik asit kristalleri özellikle böbrek ve eklemlerde yoğun bir birikim oluşturur. Dokularda biriken ürik asit kristalleri beden için yabancı bir moleküldür. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bağışıklık sistemi bedene yabancı olan her türlü unsuru temizlemek ve dokuları tamir etmek üzere programlanmış bir sistemdir. Bağışıklık sisteminin ürik asit kristallerini yok etmek için harekete geçmesiyle birlikte enflamasyon yanıtı ortaya çıkar. Yapılan çalışmalarda ürik asit yüksekliğinin enflamatuvar sitokinlerin salgılanmasına yol açtığı saptanmıştır (5). Ürik asidin artırdığı enflamatuvar faktörler ve adipokinler enflamasyonu artırmanın yanı sıra insülin direncini tetikleyerek kan şekeri kontrolünü de olumsuz yönde etkiler ve farklı bir mekanizma üzerinden daha enflamasyonun alevlenmesine sebep olur. Yapılan çalışmalarda ürik asit yüksekliğiyle 3 aylık kan şekeri düzeyini gösteren HbA1c yüksekliğinin pozitif ilişkili olduğu gösterilmiştir (6).
Ürik asitin normal düzeylerde iken antioksidan ve olumlu etkileri olan bir molekül olduğunu yukarıda da söylemiştik. Enflamasyonun varlığında beden oksidan sürece karşı kendisini koruyabilmek amacıyla adeta “can havliyle” elindeki bütün antioksidan unsurlara yönelir. Birincil antioksidan moleküller yetersiz kaldığında veya tüketildiğinde ikincil antioksidanları kullanma zorunluluğu ortaya çıkar. Ürik asit de bedenin ikincil antioksidanlarından bir tanesidir. Enflamasyonun uzayarak kronikleşmesi bedenin antioksidan rezervlerini tükettiğinde vücut enflamasyonla başa çıkabilmek için normal şartlarda yönelmediği diğer antioksidan unsurlarını kullanma yoluna gider ve böylece ürik asit seviyesi yükselmeye başlar. Kronik enflamasyon ve oksidatif stres varlığında serum ürik asit düzeylerinin arttığı gösterilmiştir. Ancak ürik asit seviyesinin normalin üzerine çıkması ve uzun süre bu düzeyde kalması kristalleşerek dokulara çökmesine yol açar. Yukarıda da açıkladığımız gibi dokularda biriken ürik asit kristalleri bağışıklık sistemini uyarır ve yeniden enflamasyonu artıran bir unsur haline gelir. Beden bu şekilde bir enflamasyon sarmalı içine girer.
Ürik asit yüksekliği daha çok Gut hastalığı ile birlikte anılmasına rağmen, daha başka birçok hastalıkla da ilişkisi bulunmaktadır. Ürik asit, damarların genişlemesini sağlayan nitrik oksitin yapımını baskılayarak kalp damar hastalıkları ve hipertansiyon gelişimini de tetikler.
Kadınlık hormonu olan östradiol ürik asit seviyesinin düşmesini olumlu etkiler (17) (18). O yüzden menopoz öncesindeki kadın hastalarda gut hastalığının görülme oranı erkeklere göre daha düşüktür. Menopoz sonrasında ise kadın erkek oranı eşitlenir (19). Kronik enflamasyon sarmalına giren erkek hastalarda vücut bir taraftan antioksidan kapasitesini artırmak için ürik asit seviyesini yükseltirken diğer taraftan ürik asidin zararlı etkilerini dengeleyebilmek amacıyla da östradiol seviyesini artırma yönünde bir adaptasyona girer. Erkeklik hormonu olan testosteronu “aromataz” enzimi aracılığıyla östradiole çevirir. Bu dönüşüm ürik asidin zararlarını bir miktar dengelese bile erkeklik hormonu seviyesinin (testosteron) düşmesi ve kadınlık hormonu (östradiol) seviyesinin artması erkeklerde kas kaybı ve kadın türü yağlanmaya yol açar (özellikle meme ve kalça büyümesi). Testosteron seviyesinin düşmesi ve östradiol seviyesinin yükselmesi erkekler için istenmeyen bir durumdur ve bu kısır döngünün uzun dönemde fertilite ve libido sorunlarına yol açması kaçınılmazdır. Tedaviye başladığımız erkek hastalarda kronik enflamasyona yönelik düzenlemelerden sonra olumlu değişiklikler ortaya çıkmaya başladığında bu hastaların ilk olarak testosteron ve östradiol seviyelerinin dengelenmeye başladığını gözlemliyoruz. Bu hastalarda her şey yolunda giderken östradiol seviyesinin normalleşmesi sonrasında birden bire ürik asit seviyesinde yükselmeler olduğunu gözlemliyoruz. Bu durumda ürik asit yükselişinin beslenmeyle ilişkilendirilmesi doğru bir yorum olmayacaktır. Tedavideki olumlu gidişe rağmen ürik asit seviyesinin yükselmesinin östrojen baskısının ortadan kalkması ile bağlantılı olduğunun bilinmesi gerekiyor. Tedavinin ilerleyen aşamalarında enflamasyon tam anlamıyla kontrol altına girip vücudun antioksidan rezervleri arttıkça yüksek seyreden ürik asit seviyeleri de normalleşmeye başlayacaktır.
Laboratuvar Referans Aralığı: 2.6-6.0 mg/dL
İdeal Aralık:3.0-5.5 mg/dL
Ürik asit hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için Gut Hastalığı yazımızı okumanızı öneririz.
Homosistein
Homosistein vücutta üretilen sülfürlü bir aminoasittir. Bu amino asidi vücudumuz “metiyonin” isimli başka bir aminoasitten üretir. Homosistein ile metiyonin arasındaki dönüşüm sağlıklı olarak sürdürülebiliyorsa kandaki homosistein değeri normal sınırlar içerisinde bulunacaktır. Homosistein-Metiyonin döngüsünün sağlıklı olarak sürdürülebilmesi için “metilasyon döngüsü” olarak adlandırdığımız önemli bir biyokimyasal sürecin sağlıklı olarak devam ettirebilmesi gereklidir. Metilasyon işlevi sağlıklı değil ise bir yandan homosistein seviyesi yükselirken diğer yandan da vücudun en önemli antioksidanlarından olan (master antioksidan) glutatyonun sentezi olumsuz etkilenmektedir. Homosistein düzeyi yükseldiğinde, vücuda zarar veren paslandırıcı, yıkıcı ve yaşlandırıcı serbest radikallerin üretimi artar. Bu serbest radikallerin zararlı etkilerini nötralize etmesi gereken glutatyonun sentezi ise ne yazık ki metilasyon sürecindeki aksaklığa bağlı olarak yetersiz hale gelmiştir.
Yukarıdaki metilasyon şemasını incelediğinizde sağlıklı bir metilasyon döngüsünün devam ettirilebilmesi için Folat, B12, B6 vs birçok vitamine de ihtiyaç olduğunu göreceksiniz. Magnezyum da sağlıklı bir metilasyon süreci için olmazsa olmaz bir diğer unsurdur. Bu ve benzeri diğer başka unsurlara dair eksiklikler varsa sağlıklı bir metilasyon süreci gerçekleşemeyecektir. Başka bir deyişle B12, B6, Folat, magnezyum vs gibi vitamin ve minerallere dair eksikler metilasyon döngüsünü yavaşlatır. Bu durum homosisteinin yükselmesine ve glutatyon sentezinin yavaşlamasına yol açarak enflamasyon sürecini olumsuz etkiler. Eksikliği yaşanan vitamin ve minerallerin tamamlanmasından sonra homosistein seviyesinde normalleşme başlar.
Teşhis edilmemiş homosistein yüksekliği uzun vadede ateroskleroza yol açarak kalp krizi ve felçle sonuçlanabilmektedir. Yapılan araştırmalarda derin ven trombozu ve pulmoner emboli (akciğer damarlarının pıhtı ile tıkanması) gelişme riskinin yüksek homosistein seviyesiyle bağlantılı olduğu belirtilmektedir. Ayrıca homosistein seviyesi yüksek olan kişilerde Alzheimer gibi bunama ile seyreden hastalıkların daha sık olarak görüldüğü belirtilmektedir. Hamilelerdeki tekrarlayan düşüklerde homosistein yüksekliğinin rolünün olabileceğini ifade eden yayınlar da mevcuttur.
Laboratuvar Referans Aralığı: 5.0-14.5 Umol/L
İdeal Aralık:<10.0 Umol/L
Homosistein ve metilasyon hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için konuyla ilgili yazılarımızı okuyabilirsiniz.
Serum Ferritini
Ferritin, demiri bağlayan ve gerektiği zaman kontrollü olarak serbest bırakan bir proteindir. Ferritin sayesinde kandaki demir dengesi hassas bir şekilde sağlanır. Kanda ferritin seviyesinin ölçümü iki farklı klinik tablo hakkında fikir verir.
Öncelikle ferritin seviyesi vücuttaki demir depolarının durumunu gösterir. Bunun dışında ferritin akut ve kronik enflamasyonun da önemli belirteçlerinden bir tanesidir.
Düşük ferritin seviyeleri demir eksikliği olduğu anlamına gelir. Demir hemoglobinin yapımı için mutlak gerekli olan bir unsurdur. Hemoglobin eritrositlerin yapısında yer alan bir proteindir ve akciğerlerden oksijeni bağlayarak dokulara taşıyan yaşamsal önemde bir unsurdur. Hemoglobin kelimesindeki “hem” hecesi demir anlamına gelir. “Globulin” ise kanda bulunan bir proteindir. Yani “hemoglobin” proteine bağlanmış demir anlamına gelir. Eğer uzun süreli demir eksikliği varsa hemoglobin seviyesi düşer (anemi) ve eritrositlerin yapısında değişimler ortaya çıkar (mikrositoz).
Öte yandan ferritin de tıpkı CRP gibi bir akut faz reaktanıdır. Yani akut enflamasyon sırasında da yükselebilen bir laboratuvar parametresidir. Bundan dolayı ferritin enflamasyonun teşhis ve takibinde kullanılabilen önemli bir testtir. Akut ve kronik enflamasyonda, karaciğer hastalıklarında, kronik enfeksiyonlarda, otoimmün hastalıklarda ve bazı kanserlerde ferritin seviyesi yükselebilir. O yüzden bu hastalıkların teşhis ve takibinde ferritin kıymetli bir parametredir.
Laboratuvar Referans Aralığı: 30-400 ng/mL
İdeal Aralık:Kadınlar (50-100 ng/mL), Erkekler (75-150 ng/mL)
Ferritin hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için Demirin Sağlık İçin Önemi başlıklı yazımızı okumanızı öneririz.
Eritrosit Sedimentasyon Hızı (Sedim)
Toplam kan miktarının %40-45’ini ve kandaki tüm şekilli elemanların da %99’unu eritrositler (kırmızı kan hücreleri) oluşturur. Eritrosit sedimentasyon hızı (sedim), antikoagülanlı tam kandaki eritrositlerin standart bir tüpün içinde 1 saatteki çökme hızını gösterir. Enflamasyonun varlığında ortaya çıkan bazı proteinler eritrositlerin kümelenerek birbirine yapışmasına ve ağırlaşmasına sebep olur. Ağırlığı artan eritrositler daha hızlı dibe çöktüğü için sedimentasyon oranı yükselir.
Sedimentasyon değeri referans değerlerin üzerinde ise vücutta enflamasyon olduğu anlamına gelir. Bundan dolayı sedimentasyon testi akut ve kronik enflamasyon açısından güvenilir bir laboratuvar parametresidir. Enfeksiyonlar, akut ve kronik enflamasyon ve otoimmün romatizmal hastalıkların yanı sıra bazı kanser türlerinin varlığında da sedimantasyon düzeyi artar. Ancak bu artış belirli bir hastalığın göstergesi olmayıp, yalnızca vücutta enflamatuvar bir sürecin varlığını işaret eder. 20 mm/saatin üzerindeki bir sedimentasyon oranı önemli bir enflamasyon belirtecidir. Sedimentasyon için optimal sonuç 10 mm/saatin altındaki seviyelerdir. Bu test yalnızca hastalık varlığının araştırılması için değil, aynı zamanda tanısı konmuş hastalığa uygulanan tedavinin takibi amacıyla da kullanılır.
Yeri gelmişken kullanılan bazı ilaçların da sedimentasyonun yükselmesine yol açabileceğini vurgulayalım. Östrojen, testosteron ve androjen içerikli ilaçlar, kortizon, doğum kontrol ilaçları ve bazı hipertansiyon ilaçlarının da sedimentasyonu yükseltebileceği her zaman akılda bulundurulmalıdır. Tüm bunların yanı sıra yaşlılık ve gebelik gibi fizyolojik koşullar da sedimentasyonun artmasına sebep olabilmektedir.
Sedimentasyon düşüklüğü genellikle bir sağlık probleminin belirtisi olarak değerlendirilmez. Sağlıklı kişilerde görülen sedimentasyon düşüklüğü, nadiren hastalık belirtisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Orak hücreli anemi, hemoglobinopatiler, anizositoz gibi kan hastalıkları ve bazı dolaşım bozuklukları, sedimentasyonun düşmesine yol açabilir. Lösemi ve polisitemia rubra gibi bazı hastalıkların varlığında da sahte sedimantasyon düşüklüğü görülebilmektedir.
Laboratuvar Referans Aralığı: 0-20 mm/saat
İdeal Aralık: 0-10 mm/saat
Eritrosit Dağılım Genişliği (RDW-CV)
Eritrosit Dağılım Genişliği (RDW-CV), eritrositlerin büyüklük ve hacim farkını ölçmek için kullanılan bir kan tetkikidir. RDW-CV, tam kan sayımı paneline dahil olan testlerden bir tanesidir. Tam kan tetkikinin sonucunu detaylı olarak incelediğinizde alt alta sıralanan birçok parametre olduğunu göreceksiniz. Bunlardan bir kısmının (lökosit, eritrosit, hemoglobin, trombosit vs) ne olduğunu bilseniz bile pek çoğunun ne anlama geldiğini bilmiyor olabilirsiniz. RDW-CV sonucu da anlamı pek bilinmeyen bu parametreler arasında yer alır. RDW-CV, bir bireydeki toplam eritrosit popülasyonunu oluşturan hücrelerin boyutundaki varyasyonun bir ifadesidir. Eritrositler yaşam döngülerine ilk başladıklarında boyutları dolaşımdaki eski eritrositlere göre daha büyüktür. Kemik iliğinde olgunlaşıp dolaşıma geçtikten sonra dolaşımdaki eski hücrelerle aynı boyutlara doğru değişime uğrar. Eritrositlerin büyüklükleri birbirinden farklı boyutlarda ise RDW-CV oranı yüksek bulunur. Eritrositlerin boyutları birbirine yakın ise RDW-CV oranı düşük bulunur.
RDW-CV eskiden beri anemiyle ilişkili bir kan parametresi olarak değerlendirilirken son yıllarda kronik enflamasyon açısından daha da önemli bir belirteç olduğu kabul edilmeye başlanmıştır (7),(8). Diyabet, otoimmün hastalıklar, kronik karaciğer ve böbrek hastalıkları ve kanser gibi durumlarda RDW-CV değerleri yükselebilmektedir.
RDW-CV için referans aralıklarında değişik laboratuvarlar arasında farklılıklar olabilmektedir. RDW-CV için yaygın kullanılan referans aralıkları %11.5 ile %14.4 arasındaki değerlerdir. İdeal aralık yüzde 11,5 ila 13'tür. RDW-CV düzeyinin %14.5’dan büyük olması eritrositlerin boyutlarında normal dışında bir değişkenlik olduğunu gösterir. Anemi, demir eksikliği vs gibi hematolojik bir sebep olmaksızın RDW-CV oranının normalin üzerine çıkması genel enflamasyon ve oksidatif stres açısından önemli bir belirteç olarak kabul edilmektedir. Yüksek RDW-CV oranı, kronik enflamasyonla seyreden birçok kronik hastalıkla ilişkili olabilir.
Laboratuvar Referans Aralığı: %11,7-14,4
İdeal Aralık: %11,7-13
Trombosit Sayısı
Tam kan sayımı sonucunun içinde yer alan trombosit sayısı da (platelet sayısı-PLT) enflamasyon ve kanın yapışkanlığının bir ölçüm aracı olarak kullanılabilir (9),(10). 250 binin üzerine çıkan trombosit sayısı diğer enflamasyon belirteçleriyle birlikte değerlendirildiğinde enflamasyon açısından bir gösterge olarak değerlendirilebilir. Trombosit sayısının ideal aralığı 175 ile 250 bin arasındadır. Trombosit sayısı 175 binin altında olduğunda pıhtılaşma fonksiyonu olumsuz etkilenmese bile bağışıklık fonksiyonu açısından olumsuzluk olarak değerlendirilebilir.
Serum Amonyak Seviyesi
Amonyak, dokularda ve bağırsaklarda amino asitlerin metabolizması sonucunda açığa çıkan bir atık üründür. Bağırsak florasının bozulması ve bağırsak geçirgenliğinin artması vücuda giren amonyak miktarında artışa yol açabilmektedir. Gerek metabolik aktivite sırasında açığa çıkan, gerekse bağırsaklardan emilerek vücuda giren amonyak, karaciğerde, “üre siklusu” adı verilen bir dizi biyokimyasal işlem sonucunda üreye dönüştürülür ve idrar yoluyla vücuttan atılır.
Karaciğerde amonyağın üreye dönüşümü 2 aşamalıdır ve bu işlem karaciğerin mitokondrilerinde gerçekleşir. Amonyağın üreye dönüştürülebilmesi için sağlıklı bir mitokondri işlevinin yanı sıra sağlıklı çalışan bir metilasyon işlevi de gereklidir.
Metilasyon her hücremizde milyonlarca kere tekrar edilen önemli bir biyokimyasal süreçtir. Daha önce homositein-metiyonin dönüşümünde de metilasyon işlevinin öneminden bahsetmiştik. Amonyak-üre döngüsünün sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi için de sağlıklı bir metilasyon işlevi gereklidir. Üre döngüsü sürecinin herhangi bir aşamasında aksaklık olması durumunda kanda amonyak seviyesi yükselmeye başlar.
Kronik enflamasyon hem mitokondri işlevini bozarak, hem vücudun metil rezervlerini tüketerek ve hem de karaciğerin iş yükünü artırıp karaciğerin kapasitesinin dolmasına sebep olarak amonyak metabolizmasını birçok yolla olumsuz etkileyebilmektedir.
Amonyak toksik bir unsurdur ve kandaki amonyak seviyesinin yükselmesi sağlık sorunlarına yol açar. Amonyak kan beyin bariyerini geçebilir ve yükselmesi öncelikle beyin sağlığını olumsuz etkiler. Amonyak seviyesinin hafifçe yükselmesi bile “nöroenflamasyon” olarak adlandırdığımız kronik dejeneratif süreci başlatabilmektedir.
Amonyak için normal değer aralıkları, laboratuvarlar arasında bazı farklılıklar gösterebilmektedir. Kan amonyak seviyeleri yaşa göre de değişkenlik gösterir.
Amonyak düzeyi yeni doğanlarda yetişkinlere göre daha yüksektir. Yetişkinler için kan amonyak değerinin 100 ug/dL'den az olması arzu edilir. 100 ug/dL'nin üzerindeki bir seviye beyin sisi ve unutkanlık gibi şikayetlere yol açabilir. 200 ug /dL'nin üzerindeki bir kan amonyak seviyesi ciddi nörolojik sorunlara yol açabilmektedir.
Amonyak seviyesindeki ılımlı yükselmeler bile aşağıda sıraladığımız semptomlara yol açabilmektedir.
- Beyin sisi, dalgınlık, unutkanlık, konsantre olma güçlüğü
- Halsizlik, uyku hali, bilinç seviyesinde bozulma
- Duygusal iniş, çıkışlar
- Ellerde titreme, dengesizlik
- Epilepsi nöbeti
Laboratuvar referans aralığı:31-123 ug/dL
İdeal seviye:100 ug/dL’nin altındaki seviyeler
Kapsamlı Kan Analizi
Kapsamlı kan analizi, daha ayrıntılı tetkikleri içerir.
- Tam Metabolik Panel (Karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri, kan elektrolitleri, AKŞ, HbA1C, ürik asit, BUN, amonyak)
- Lipid Paneli,
- Elzem elementler (Selenyum, Çinko, Magnezyum, Demir, İyot vs),
- Vitaminler (D vitamini, B12, Folat vs),
- Tiroid Paneli (T3, T4, TSH, Makro TSH, Anti-TPO, Anti-TG, Tiroglobulin)
- Oto antikorlar (ANA, APA, Anti-CCP, RF, Anti Gliadin IgA ve IgG, Doku Transglutaminaz IgA ve IgG vs),
- Homosistein,
- hs CRP,
- Serum amonyak ölçümü
- Hormonlar (İnsülin, Makro İnsülin, kortizol, parathormon, DHEAS, cinsiyet hormonları vs)
- Tam Kan Tetkiki
- Tam İdrar Tetkiki (TİT)
Bu testlerin yardımıyla bağışıklık sisteminin durumu, tiroidin sağlığı, kan şekerinin dengesi, karaciğer ve böbreklerin fonksiyonları, elzem besin unsurlarına dair eksiklikler ve çok daha fazlası hakkında değerli bilgiler elde edilebilmektedir.
Halsizlik, yorgunluk, enerji düşüklüğü, unutkanlık, dalgınlık, kilo ve uyku sorunları, eklem ağrıları, kronik sindirim sistemi problemleri, beyin sisi, cilt veya saç sorunları, hormonal sorunlar, depresyon, kronik baş ağrısı gibi şikayetleri uzun süredir yaşamanıza rağmen teşhis ve tedavi konusunda başarılı bir sonuca ulaşamadıysanız sizin de bu kapsamlı analizlere ihtiyacınız olabilir. Kapsamlı Kan Analizi, hastalıkları önlemek ve erken tanı koymak için yapılabileceği gibi tedavi sürecinde klinik durumun takibi için de düzenli aralıklarla yapılabilmektedir.
25 Ağustos 2022
KONU İLE İLGİLİ ÖNERİLEN DİĞER YAZILARIMIZ İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNKLERE TIKLAYINIZ:
Yasal Uyarı: Bu makale özgün bir yazı olup telif hakkı yazarlara aittir. Kopyalanarak başka mecralarda kullanılması durumunda hukuki yollara başvurulacaktır. Kopyalanmadan sayfamıza link verilebilir.